Ey insanlar!
Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız!
Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur. Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar doğar, anaların babaların yerini tutar. Sonra hepsi mahvolur gider. Olayların ardı arkası kesilmez; hepsi birbirini tâkib eder.
Öyle diyordu Kus bin Saide Ukaz Panarında; aslında bir nevi Tarih’i tarif ediyordu.
Eskilerin yaşam hikayelerinin toplamıdır tarih.
Henüz efendimize peygamberlik verilmemiş.
Ham insan aklı, düşünürse bu dünyanın laf olsun diye yaratılmadığını anlar. Geçici ömrün cilvelerine aldanmaz.
Dünya hayatı bir ibret tarlasıdır. Ne ekerseniz onu biçersiniz.
Hayat mevsimler misalidir. Her baharın bir yazı, her yazın bir kışı vardır.
Hayat 3 gündür; dün, bugün, yarın!
Dünün kaygılarıyla, keşkeleriyle bugünü ziyan ederiz.
Yarın korkusu nefesimizi keser bugün!
Dün bitti; Adem yaratılalı çok oldu.
Yarın henüz yaratılmadı.
Bugünümüz tek gerçeğimiz.
Bütün dünya felsefelerine ve dinlerine baktığınızda görürsünüz ki insan hayatı iyiyle kötünün mücadelesinden ibarettir. Biz buna Hak-Batıl mücadelesi diyoruz.
İyi insanın tek bir yaşam gayesi vardır; iyiliği yaymak, kötülüğe engel olmak.
Türklerin İslam’ı kabullenmeleriyle tarih başka türlü yazılır-yaşanır oldu. Çünkü onlar İslam’ın peygamberini çok sevdiler. Onun her bir sözünü ciddiye aldılar ve onu hayata geçirmek için canlarıyla mallarıyla çetin mücadeleler yaptılar.
“Bir kişinin hidayetine vesile olmak dünya ve içindeki nimetlerden evladır” diye buyuran peygamberin sözünü baki kılmak için kızıl elmaya sürdüler atlarını. İlay-ı Kelimetullah için, alem-i nizam için…Türk artık seyfullah’tı. Haksızlıklara karşın Allah’ın kılıcıydı! O mazlum coğrafyalarda adalet için beklenilendi.
İşte o kılıcı kırmak için Haçlı Seferlerine kalkıştı Şeytanın yaverleri.
1096 1276 yılları arasında 8 ayrı sefer.
Hayır! Türk altedilemiyordu.
1325 yılına gelinildiğinde dönemin papası John, “Türkleri ancak diyalog, hoşgörü ve hristiyanlar gibi yaşayan Türklerle ancak içeriden yenebiliriz” demişti. Vatikan konsül kararlarında 1965 yılında tekrar edildi bu ilke. Tıpkı Gül Haçların 1964 yılında tekrarladıkları gibi. Tıpkı 1864’de İngiliz Sömürge Bakanı Glagstone dediği gibi, “Müslümanları Hristiyanlar gibi yaşar hale getirmeliyiz!”
1645 yılında Fransızlarla ciddi münasebetlere gireriz. İltimaslar dönemimiz başlar. Osmanlı coğrafyasında azınlık okulları açmalarına müsaade ederiz. İngiliz’i, Avusturya’lısı, Alman’ı, Rus’u, Amerikalı’sı her santimetrekaresine okul açar evlad-ı Fatihan topraklarına. İdare hukukumuz açısından örnekleriz Fransa’yı. İngilizlerle ticari anlaşmalar yaparız; imtiyaz üstüne imtiyaz. Almanlara teslim oluruz dostluk adına. Güya hamisidir ümmetin onlar.
Tanzimat fermanı gelir peşi sıra; ardından ıslahat fermanı. Birlik ve beraberlik adına İttihad terakki; düşmana ne hacet? . İttihat ve Terakki hareketi Türk siyasi hayatına ilerici-gerici kavramlarını hediye ederlerken 23 milyon kilometrekare vatan toprağını 780 bin kilometrekareye dönüştürdüklerinin acı hikayeleri artık tarih olarak yazılıyordu.
Oysa unutmakla başlar her şer!
“İyiliği emredip kötülükten sakındırmaktan var geçerseniz Allah içlerinizden kötülerinizi başlarınıza musallat eder de iyilerinizin dahi duaları kabul olmaz!”
Sünnetullahtır bu!
Bana ne, sana ne, ona ne, kime ne demeye başladığınızda afetler karabulutlarını toplamaya başlamıştır. Fırtına yakınlardadır.
Sebepler dairesinde, hikmetler ve illiyet çervevesinde yıkım başlamıştır.
Çünkü
Hayatı ve kitabı aynı anda okumayı bırakmışızdır. Hayat artık canımıza okuyacaktır.
İşte tarihtir bu!
1492 Emirliklerden oluşan ve Avrupa’nın göbeğinde 800 yıl hükümranlık süren Endülüs Uygarlığı ve Devleti, Hristiyanların aralarına soktuğu fitnelere aldanarak, birbirleriyle girdikleri çatışmalar neticesinde zayıf düşmüş ve nihayetinde tarihin “vazgeçilmezler mezarlığındaki” yerini almıştı.
Halbuki, “Toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın! Tefrikaya düşerseniz, parçalanırsınız” diyen Rabbimize kulak vermeyi unutmuştuk.
Son kalan Gırnata Emiri, şehrin anahtarını işgalci güçlere verip te şehrinden uzaklaşırken yüksek bir tepeden son kez ecdadının mazisinin olduğu topraklara baktı. Gözyaşları içerisindeydi. Yanında bulunan annesi oğluna seslendi; “Ağla oğlum ağla! ERKEKLER GİBİ MÜCADELE ETMEDİN, ŞİMDİ KADINLAR GİBİ AĞLA!”
Endülüs’ü kaybeder ümmet. Bu arada Amerikan kıtasına ayak atar sömürgeci Avrupa. Talan edilir Afrika, Avustralya! Paraya ve güce kavuşur tapınakçılar. Biryanda Rodos, Malta,Töton şovalyeleri…Diğer yanda masonlar!
Bizse fen bilimlerini kaldırırız medreselerden. Beşik ulemaları türer; üniversiteler adeta kafeteryalara döner.
Yeniçeriler ifsad edilir, askeriye yolgeçen hanına döner.
Bürokratlar, beylikler kudurur. Yüzyıl sürer iç isyanlar.
4 azınlık ile tard edilir Abdulhamid. Ardından Trablusgarp’ta kazanırken kaybettiğimiz savaşlar dönemi başlamıştır. 1914 Birinci Dünya Savaşının artık kazanarak kaybedeniydik. Müttefikimiz Almanlardı ve biz yine unutmuştuk domuzdan postun, gavurdan da dostun olmayacağını…
10 yılda biter koca Osmanlı. Bebeleri Balkan, Çanakkale, Yemen, Sarıkamış, Kut-ül Amare’de…Birinci Cihan harbinde…At sidiği içilir, çekirge yenilir Medine’nin müdafasında. Necd’li Abdullah ile Vahhabiler…Ajanlar cirit atar İngiliz Lawrens’iyle, Gertrude Bell ile, Hampher’iyle, Sebbettendorf ile, Oppenheim’le mahremimizde…. Hacı wilheim’le…
Ardından sökün eder Takrir-i sükun! İstiklal mahkemeleri.
Ardından; Sarıkamışta donduk,
Yemende kavrulduk!
Çanakkale’de vurulduk can evimizden!
İstanbul işgal altındayken kültürel işgalimizin de temelleri atılmıştı aynı zamanda!
İstiklal Savaşı ayrı ibretlik hikaye, İstiklal Mahkemeleri ayrı! İstiklal Caddesi apayrı!
Bir başbakan sallandı demoklesin iki kılıcı arasına kurulan salıncakta!
İlim, kültür, sanat, edebiyat ve ahlakta yozlaştık!
Millet “mefkure” ye hasret…
Yokluk ve yoksulluk makus talihimiz oldu…Cehalet yavan ekmeğimize katık kıldığımız sentetik gıdamız!
Sergüzeşt zamanlarda Allah’ın ezanını bile uzun süre “Ulu”ladık! Olanları “Normal” sandık!
Sandıklarda çeyizlerini sakladı gelinlik kızlarımız, millet olarak ta bizler kaderimizi! Ferdi’yle, Orhan’la manalar ardık bodrum katlarındaki atölyelerde; Batsın bu dünya!
Elimizden kitabımız alınmıştı. Okuyamadık, anlayamadık…Duvarlarımıza astık, bizi çarpmasından hep korktuk.
Evlatlarımızı kendi değerlerimize göre yetiştiremedik bile…Sünger Bop kahraman oldu, kim tanır Musab Bin Umeyr’i?
Aile kavramı, kavga alanlarımız oldu. Delikanlılarımız kan revan içinde bıraktı avratlarını.
Yeryüzü coğrafyası kandan ve gözyaşından sınırlar çizdi bize. Çok dayak yedik emperyal abilerden; Afganistan, Filistin, Keşmir, Doğu Türkistan, Myanmar, Sudan, Nijerya, Libya…Saymakla bitmez acının haritası! Bizde emsal bildik çağdaş yaşamı da karılarımızı dövdük, çocuklarımızı…asker dövdü, polis, öğretmen…sokakta dövdük birbirimizi vatan uğruna; yurtseverler ve milliyetçiler olarak! Dinidarlık yobazlığımıza maske!
İşte bu hazan hikayeyi tarihin ara satırları olan Türkülerle anlatalım istedik.
Bağrı yanan insanlarımızın yaktıkları Türkülerle. Sokağın tarihidir Türküler…
Türküler resmi tarihin dışında şeyler söyler bize.
İnce yüreklerin zamana saldığı bir velvele, bir feryat, gökyüzünü tutan bir nağme tufanı, bir söz mahşeri…
Aşkların, acıların, yüreğe sığmayan narin ve derin anlayışların, görülen, duyulan, hissedilen matemlerin ve sevinçlerin iç içe sarmalanarak söze ve nağmeye dönüşmesi…
Yüreklerin aynı ritimde atması…
Soyumuzun, kültürümüzün, nereden geldiğimizin ve nereli olduğumuzun izini sürdüğümüz yolun nişaneleri türküler…
Türküler… Ah bu türküler…
Türkçemizin yaşam pınarı Türküler.
Türküler yaşadıkça ve yüreklere bin bir duygu eşliğinde kondukça; bu topraklar, bu memleket hep bizimdir ve bizim olarak kalacaktır.
Nağmeleri ve sözleriyle, bazen bir millet olduğumuzun sevincini, bilincini, gönencini yaşatan türkülerimiz; bazen de dayanma gücümüze katkı sağlıyor, akıttığımız gözyaşları eşliğinde teselli oluyor bizlere… Bu coğrafyayı vatan kılmanın nişanelerinden biri olan türküler gösteriyor ki bizlere Anadolu’nun her tarafı hâlâ türkü diyarıdır ve boy boy, mısra mısra, nağme nağme türküler yükselir her bir yanından.
Millet olmanın ve millet olarak yaşayıp, mekân tutulan toprakları vatan kılmanın en önemli ayrıntısı; ortak bir geçmişin yüzyıllar içerisinde oluşturduğu ortak bir kültürdür. Onun içindir ki; müziğimizin bilindiği, söylendiği ve anlaşıldığı her yer bizim vatanımızdır.
Nerede saz çalınıp Türkü söyleniyorsa orası Türkiye’dir.
Mostar’dan Üsküp’e, Balkanlar’a, Kırcaliden, Selanik’e, Kafkasya’ya, Batum’a, bakın Halep’e… Sokaklarında Türküler yankılanan şehirlere; oralar Türkiye’dir.
Türküler bizim mânâ coğrafyamızın sınırlarıdır.
İyi ki türküler var! Nasıl mavi vatan varsa bir de Türküvatan vardır.
Biz de çocuklarımıza ve gençlerimize; sadece türkü söylemeyi değil, bir coğrafyanın vatan olarak şekillenirken türkülerin buna olan etkisini de öğretiriz, öğretmeliyiz. Çünkü türkü söylemek ve dinlemek sıradan bir iş değildir. Dilinizle, ses tellerinizle söyleseniz de; bu işin asıl yapıldığı yer, zihin ve yürektir. Türküler yürekle söylenir yürekle dinlenilir. Türküler dil bayrağımızdır.
TÜRKÜLER:
KÖROĞLU
Devletteki yozlaşmanın başladığı yıllar. Aynı zamanda devletin sınırlarının en büyük olduğu. İşte saltanatı yozlaşmayla mücadeleyle geçen 3. Murat döneminin kahramanıdır Köroğlu. “Uyan ey gözlerim gafletten uyan, Uyan uykusu çok gözlerim uyan” şiirinin şairi 3. Murat.
Köroğlu, 3. Murat döneminde Bolu’da yaşamış ve Zalim Bolu Beyi’ne karşı verdiği mücadele ile efsaneleşmiştir. Bu Anadolu ozanının gerçek adı Ruşen Ali‘dir ve şairliği kadar yiğitliğiyle de nam salmıştır
.
Köroğlu; padişahtan habersiz halka zulmeden Bolu Beyi’ne karşı durarak ezilen halkın yanında yer almış bir halk kahramanıdır. Bolu Beyi, at meraklısı bir beydir. Atçılıkta usta olan seyisi Yusuf’u, Padişaha yaranmak için at hediye etmeye karar verir ve onu güzel ve cins at aramak üzere başka yerlere gönderir.
Yusuf günlerce gezdikten sonra, obanın birinde istediği gibi bir tay bulur. Yusuf, tayı sahiplerinden satın alır. Yavrunun şimdilik bir gösterişi yoktur. Hatta çirkindir bile. Ama ileride mükemmel bir küheylan olacaktır. Bey, bu çirkin ve sevimsiz tayı görünce çok kızar, kendisiyle alay edildiğini sanır. Yusuf’un gözlerine mil çektirir. Tayı da ona verir, yanından kovar. Kör Yusuf köyüne döner. Olanı biteni oğluna anlatır. Bolu Beyi’nden öç alacağını söyler.
Baba oğul, başlarlar tayı terbiye etmeye. Yıllar geçer tay artık mükemmel bir küheylan olmuştur. Rüzgâr gibi koşmakta, ceylan gibi sıçramakta, türlü türlü savaş oyunu bilmektedir. Bu arada Kör Yusuf’un oğlu Ruşen Ali de büyümüş, güçlü kuvvetli bir delikanlı olmuştur. O da her türlü şövalyelik oyunlarını öğrenmiş bir baba yiğittir.
Bir gece Yusuf, düşünde Hızır’ı görür. Hızır ona yapacağı işi söyler. Hızır’ın önerisiyle baba oğul yola çıkarlar. Bingöl dağlarından gelecek üç sihirli köpüğü Aras ırmağında beklerler. Bu üç sihirli köpükle Yusuf’un hem gözleri açılacak, hem intikam almak için gereken kuvvet ve gençliği elde edecektir.
Bunu bilen oğlu Ruşen Ali, köpükler gelince, babasına haber vermeden, kendisi içer. Yusuf, durumu öğrenince üzülür, ama bir yandan da sevinir. Kendi yerine oğlu öcünü alacak bir bahadır olacaktır. Bu sihirli köpüklerden biri körün oğluna sonsuz yaşama gücü, biri yiğitlik, öteki de şairlik bağışlamıştır. Bir süre sonra Yusuf, oğluna öç almasını vasiyet ederek ölür.
Köroğlu pehlivan olur ve Bolu Beyi tarafından düzenlenen yarışlara katılır. Diğer pehlivanları yener ve Bolu Beyi’nin huzuruna çıkartılır. Köroğlu’na sen kimlerdensin diye sorar. Köroğlu da: “İşte ben o gözlerini kör ettirdiğin seyisin oğluyum” diyerek kılıcını çaldığı gibi Bolu Beyi’nin kellesini uçurur ve halka zulmeden Bolu Beyi’nin elinden ahaliyi böylece kurtarır. Yardımcısı Ayvaz’ı gönderip kaleden Bolu Beyi’nin kızını getirir ve evlenirler. O tarihten sonra Bolu Bey’i olarak halka adaletle muamele eder.
Sonunda delikli demir (tüfek) ortaya çıkınca eski bahadırlık geleneği bozulur, dünyanın tadı kalmaz. Bir Yahudi bezirgânın getirdiği tüfekle oynayan beyler, birbirlerini öldürürler. Köroğlu, buna üzülerek kayıplara karışır.
SİVASTOPOL
Türklerin tütünü ilk kez kağıda sarıp içtiği Kırım savaşı tarihin kırılma noktalarından birini oluşturur. İngiltere, Akdeniz’e inmesini engellemek için Rus donanmasının batırılmasını önerince müttefik kuvvetler saldırı için Kırım’ı seçmişlerdir. İngiltere, Fransa gibi büyük dünya güçlerinin müttefik olarak savaşa katılması, halkın savaştan doğrudan etkilenmesi, modern silah ve yeni teknolojilerin kullanılması nedeniyle ilk modern savaş olarak nitelendirilmektedir. 1. Cihan harbinin adeta eskizidir bu savaş.
5 Ekim 1854’de müttefiklerin Sivastopol kuşatması başlamıştır. Ruslar kuşatmayı kıramayınca 18 Şubat’ta Çar I. Nikola savaşın durumundan dolayı zehir içerek hayatını sonlandırmış, yerine Çar II. Aleksandr geçmiştir. Müttefik kuvvetler 10 Eylül 1855’de Sivastopol’e girmişler, kuşatma sonunda on beş bin evden sadece on altısı sağlam kalmıştır. Buna karşılık Ruslar’da 25 Kasım 1855’te Kars’ı ele geçirmişlerdir. Savaş sadece Rumeli, Kırım ve Kafkasya’da kalmaz, müttefik kuvvetler Rus güçlerini dağıtabilmek için Baltık Denizi, Beyaz Deniz ve Uzakdoğu’da da muharebeler yapmışlardır.
Kırım Savaşı’nın gerçekleştiği dönemde Avrupa’da seri üretim başlamış, telgraf, tren yolu gibi modern buluşlar ilk defa kullanılmış, ahşap gemiler yerini buharlı ve zırhlı gemilere bırakmıştır. Baskı yöntemlerinin gelişmesinin yanında, özellikle İngiltere ve Fransa’dan birçok ressamın, savaşı yerinde resimlemek üzere Kırım’a gönderilmesiyle meydana getirilen albümler, süreli yayınlar ve fotoğraflarla belgelenen savaşı halk yakından takip edebilmiştir.
Aynı zamanda propaganda savaşıdır Kırım savaşı. Basın, tirajları arttırdığı için savaşa sanatçılar yollamış, ancak savaş alanından gelen görsel raporlar üzerine savaştan desteğini çekmiştir. Hükümetler bu raporlara ve haberlere sansür getirmek istemiş, ayrıca propaganda amaçlı olarak da dönemin teknolojik yeniliği fotoğrafı kullanmışlardır. Savaşa katılan tüm ülkeler için asker kaybının en büyük sebebi olan salgın hastalıklar konusunda resim yapılmamıştır. Sadece İngilizler için bir kahraman olarak görülen F. Nightingale’in ve hemşirelerin betimlendiği eserler üretilmiştir. Kırım’a giden bütün müttefik devletlerin askerleri İstanbul’dan geçmiş, yaralılar ise öncelikle Üsküdar’a sıtmanın Üsküdar’da çok görülmesi nedeniyle daha sonra Çanakkale’ye getirilmiş ve tedavileri burada sürdürülmüştür. Sivastopol’un düşmesi ve Rusya’nın yenilgisini kabul etmesi sonucunda bir anlaşma imzalanmıştır.
Bu anlaşmaya göre Osmanlı Devleti’nin bütünlüğü onaylanmış, ilk defa bir Avrupa devleti olarak kabul edilmiştir. Buna karşın bu savaş için ilk defa Osmanlı Devleti yabancı devletlere borçlanmıştır. Rothshild ailesi bizim de hayatımıza dokunmuştur artık.
Kırım Savaşı İstanbul’daki hayatı derinden etkilemiştir. Daha önce dışarıya kapalı olan Osmanlı toplumu İstanbul’a gelen askerlerin İstanbul’un günlük yaşamını etkilemesi sonucunda değişime uğramıştır. Kadınlar şehir hayatında daha çok görünür olmuşlar. Ev hayatından sokaktaki yaşam tarzı değişimlerine kadar bu dönüşüm süreci edebiyat ve müziğe de konu edilmiştir.
Kırım savaşından bahsedince Mahmudiye Kalyonu’ndan bahsetmemek olmaz. İlahi güçler tarafından korunduğuna inanılan, adeta bir ’Hayalet gemi’ misyonu taşıyan Mahmudiye Kalyonu, özellikle İstanbul’a gelişinde halk tarafından büyük bir hayranlıkla izlenirdi. Dünyanın en büyük gemisine duyulan hayranlık, zamanla insanüstü varlıkların yardım ettiği bir efsaneye dönüştü. Halk arasındaki rivayetlere göre, Kırım Harbi ilan edildiğinde Haliç’te demirli olan Mahmudiye, aşka gelerek kendi kendine demirlerini koparıp köprülere doğru yol almıştı. Günden güne artan hikayeler bu gemiyi bir efsane haline getirmişti. Halk, mübarek gecelerde ak sakallı, sarıklı birtakım insanların, geminin güvertesinde saf tutup namaz kıldıklarını bile görüyordu. Kırım muharebesine Barbaros Hayrettin Bayrağı’nın bir eşi takılarak katılan Mahmudiye’ye düşman donanmasından atılan güllelerin hiçbirinin isabet etmemesi, bu rivayetlerin artarak devam etmesine neden oldu.
TUNA NEHRİ
Çarlık Rusyası’nın Osmanlıları Avrupa’dan çıkararak kendi topraklarına katmak, İstanbul’u ele geçirmek istemesi, İstanbul’u kendi idaresine geçirdikten sonra en büyük arzusu olan sıcak denizlere inme düşüncesiyle ortalık yine yangın yerine dönecektir.
Çarlık Rusyası’nın 1853 yılındaki Kırım bozgunun intikamını almak istemesi ve Çarlık Rusyası’nın Hristiyan ve Slav azınlıkları korumak amacıyla Osmanlı Devleti’nin sürekli iç işlerine karışmaktadır.
Sultan Abdülaziz, Mason Yahudi Paşalar ve tetikçileri tarafından kuşatılmıştı. Savunma Bakanı Hüseyin Avni Paşa ve Sadrazam Mithat Paşa, (Macaristanlı bir hahamın oğlu) kuşatmanın başında olanlardı.
Oysa Sultan Abdülaziz, Osmanlı devletine dünyanın üçüncü büyük donanmasını kazandırmıştı. İlk zırhlı savaş gemisini yaptırdı. Avrupa seyahatine çıktı. Kendi iradesi doğrultusunda politikalar geliştirdi. Hukuk kodlaması MECELLE’ye katkıda bulundu. Kız öğretmen okulu ve sanayi mekteplerini kurdu. Osmanlı tebaası halâ çok zengindi. Ülkenin parası altındı. Henüz Tapınakçı Masonların soygun süreci başlamamıştı.
Sultan Abdüllaziz, 30 Mayıs 1876 darbesi ile tahttan indirildi. Gözaltında bulundurulduğu Feriye sarayında bilekleri kesilmiş olarak ölü bulundu.
Rus Çarlığında da devletin bürokrasisi ve ordusu, 1917 Bolşevik Komünist İhtilâlden çok daha önce Yahudi Masonların eline geçmişti. 93 Harbinde de Rusya’yı Osmanlı Devleti’ne saldırtan, Rus Yahudi Mason Oligarklar oldu.
Osmanlı ordusunun komutası, Mason Yahudi Paşaların eline geçmişti. Padişah Abdülhamid savaşa karşı idi. Rus Çarı halâ Masonik kuşatmanın dışında idi. Çar da savaş istemiyordu.
Abdülhamid’in savaşı önleyecek gücü ve kimsesi yoktu. Ne zaman ki YILDIZ istihbarat örgütünü kurdu, bu adamların hızını kesti. Ancak 33 yıl dayanabildi. Sadece ve sadece Müslümanlardan devşirdiği YILDIZ istihbaratı ile ayakta kaldı ve büyük hizmetlerde bulundu.
Diyebiliriz ki 19. yy. boyunca Ruslarla savaştık durduk. Plevne Savunması, 1877 yılında Ruslar ile Osmanlı İmparatorluğu arasında olmuştur. Plevne’nin savunulması için görevlendirilen Osman Paşa ,Plevne’ye ulaştığı gün Ruslar tarafından yapılan taarruza karşı gelmiş ve ilk Plevne zaferini kazanmıştır. Aradan aylar geçmesine rağmen, hiç bir yerden yardım gelmemiş olmasına rağmen Osman Paşa, savunmadan bir an şaşmamış, yapılan bütün teslim olma tekliflerini reddetmişti. Sonunda, ordunun yiyecek ve silâh yedeklerinin tükenmeğe başlaması karşısında, Plevne şehrinden bir saldırı ile çıkmak kararı verilmiş, her tarafı üstün düşman kuvvetleri ile çevrili Plevne’den süngü kuvveti ile çıkma planları hazırlanmıştır. Bu planlar gereğince başta Osman Paşa olduğu halde bütün askerler ve komutanlar, 10 aralık 1877 günü Vid suyunu geçerek üstün düşman kuvvetlerine saldırmışlardır. Çok kanlı bir şekilde ve süngü süngüye çok üstün düşman kuvvetlerine karşı yapılan bu çıkış hareketi sırasında pek çok Türk askeri şehit düşmüş ve Osman Paşa Ruslara esir düşmüştür. Türk tarihine şanlı bir destan yazan Osman Paşa, Plevne’deki bu savunmada gösterdiği üstün başarı sebebi ile Gazilik ünvanını almıştır.
Gördüğümüz gibi dünyanın o gün iki süper gücü, her iki tarafın da komutanları Mason Yahudi. Hedef belli idi, Osmanlı’nın yıkılması. Osmanlı komutasını ele geçirmiş işbirlikçi komutanlarının hedefinde Rus ordusunun önünü açmak, Balkanlarda Müslüman nüfusun katli ve sürgünü vardı. Bunda başarılı oldular. Ruslar İstanbul Yeşilköy’e kadar geldiler.
93 Harbi Osmanlı Devleti’nin ağır mağlûbiyetiyle neticelenmiştir. Rumeli Türklüğü, Rus birlikleri ve Bulgarların büyük katliamı sebebiyle, büyük sarsıntıya uğradığından, Türk nüfusu azınlığa düşmüştür. Son asır Türk tarihinin en büyük göç faciası gerçekleşmiştir. Balkanlardan Anadolu’ya uzanan yollar, göçmen kafileleriyle dolmuş ve bunların büyük bir kısmı, yine Ruslar ve Bulgarlar tarafından imha edilmiştir.
ÇANAKKALE TÜRKÜSÜ
…
Duydunuz mu hiç adını
O bir doktordu, o bir babaydı…
Çok acılı bir hikayesi vardır.
Bilmemiz gereken, anlatmamız gereken,
herkesin okuması gereken…
Çanakkale Savaşında siperlerin gerisinde yaralı askerlerin en çok ihtiyaç duyduğu şey “morfin“di.
Doktorlar yaralı askerlere ağrı kesici bulmakta zorlanıyorlardı. Bu yüzden bir nöbet tutuluyordu.
Hastaların ameliyatı için hazırlanan çadırın önüne bir masa kurulmuştu.
Sedye ile gelen her yaralı, burada masaya koyuluyordu. Doktorun elinde enjektör, enjektörün içinde ağrı kesici.
Doktor ilk muayeneyi yapıyordu ve yaşama olasılığı olan, ameliyat edilmesi halinde yaşayacağına inandıkları askerlere ağrı kesiciyi yapıyordu.
Oysa gelen her yaralının ağrı kesiciye ihtiyacı vardı. Fakat herkese yetecek kadar ağrı kesici yoktu.
Doktor duygusal karar vermemek için yaralıların yüzüne bakmamakta, iyileşme şansı yüksek olan yaralılara ağrı kesici yapmaktaydı.
Yine doktorun önüne bir asker getirilir.
Yaralının ağır yaralarına bakan doktor, askerin iyileşemeyeceğini öngörür ve ona ağrı kesiciyi yapmaz.
O sırada askerden iniltili bir ses duyulur.
“Baba!”
Herkesin gözü doktora çevrilir, yaralar içinde kıvranan asker doktorun öz oğludur.
Doktor buna rağmen yine ağrı kesiciyi oğluna yapmaz ve bir kaç saat sonra da oğlu şehit olur.
Doktor, şehit olan oğlunun cansız bedenine sarılır ve şöyle der.
“Affet oğlum, o senin hakkın değildi.”
İşte bu topraklar, hakkı olmadığı için tek bir ağrı kesiciyi bile oğlundan esirgeyen, o güzel insanlar tarafından vatan yapılmıştır.
Ve bizim…
Çanakkale savaşını kazandığımız o tarihi anlardan biri de hiç şüphesiz, Doktor Tarık Nusret’in hakkı olmadığı için öz oğluna ağrı kesici yapmadığı o an’dır.
…
Bir başka hikaye ile anlayalım Çanakkale’yi… Kocadere köyünde büyük bir sargı yeri kurulur. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, kimi Adıyamanlı, kimi Gürünlü, kimi Halepli çok sayıda yaralı getiriliyor… Bunlardan biri Lapseki’nin Beybaş Köyündendir ve yarası oldukça ağırdır. Zor nefes alıp vermektedir. Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapışır. Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır ama tane tane kelimeler dökülür dudaklarından. “Ölme ihtimalim çok fazla. Ben bir pusula yazdım arkadaşıma ulaştırın…” Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur: “Ben… Ben köylüm Lapseki’li İbrahim Onbaşıdan 1 Mecidiye borç aldıydım… Kendisini göremedim. Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin.” “Sen merak etme evladım” der komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnını eliyle okşar. Ve az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözü de “Söyleyin hakkını helal etsin” olur… Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getiriliyor. Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyor. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor. İşte yine bir künye ve yine bir pusula. Komutan göz yaşlarını silmeye daha fırsat bulamamıştır. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yıkılır kalır. Ellerini yüzüne kapatır, ne titremesine ne de gözyaşlarına engel olamaz… Pusuladaki not: “Ben Beybaş Köyünden arkadaşım Halil’e 1 Mecidiye borç Verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim.”
HEY ONBEŞLİ ONBEŞLİ
Çanakkale Cephesi, sanki bir ölüm değirmeni gibiydi; tükettiği özellikle gencecik insanların sayısı haddi hesabı aşmıştı. İngiliz generalinin ‘Gelibolu’daki kanlı muharebeler, Türk ordusunun çiçeklerini tüketmiştir’ tespiti boşa değildi.
Koskoca bir eğitimli genç nesli yutmasına rağmen, Çanakkale bir türlü doymak bilmiyordu.
O kadar ki cephede meydana gelen boşlukları doldurmak için, diğer cephelerden asker getirilemediğinden, en yakın çevreden başlayarak, 15 yaşın üstündeki eli silah tutan bütün gençlerin dahi, gönüllü olup olmadığına bakılmaksızın, Çanakkale’ye sevk edilmeleri alışılmış, normal bir hadise haline gelmişti.
O günler, köyde, kasabada erkeğin kalmadığı, gücü kuvveti ve boyu posu yerinde olan herkesin asker olduğu ya da asker olmak zorunda kaldığı, kara günlerdi.
Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı ordusunda insan kaybı öyle bir noktaya varmıştı ki Harbiye Nezareti, harp bütün hızıyla sürerken, askerleri birkaç günlüğüne de olsa, memleket iznine göndermeye gayret etmişti.
Çanakkale Savaşı sırasında, İtilaf Devletlerinin Nisan 1915’ten itibaren kara çıkartmasına başlamalarıyla birlikte cephede takviye kuvvetlere ihtiyaç duyulunca Sultan V. Mehmed Reşad bir emir yayımlayarak Askeri Mükellefiyet Kanunu’nda değişiklik yapmak ve lise talebelerini de cepheye çağırmak zorunda kalmıştı.
Tokatlı Halil, 1315 (1897) yılında evin en küçüğü olarak dünyaya geldi. O dönemde, yasa nedeniyle her evde bir erkek, ailesinin güvenliğini ve geçimini sağlamak için askere alınmayabiliyordu. Evin en küçük ve tek erkeği olduğu için cepheye çağrılmayan Halil, gönüllü olarak savaşa katıldı.
Arkasında bıraktığı annesi Rum çeteciler tarafından öldürüldü, sözlüsü Hediye’de kaçırıldı. O andan itibaren hayatı kararan Hediye, uzun bir aradan sonra serbest bırakıldı. Köyde bulunan herkes, Hediye hakkında kötü konuşup kötü yola düştüğünü söylüyordu. Köyüne dönen Halil, tüm bu anlatılanlara inanıp Hediye’ye küstü. Bu olanlara dayanamayan Hediye, köyü terk edince Halil ile asla kavuşamadı.
Hey Onbeşli türküsü, tek bir ağızdan değil, Halil ve Hediye’nin karşılıklı konuşması şeklinde söylenmektedir. Türküde aşağıda yer alan kısımdaki sözler de Hediye’ye aittir:
Giderim Elinizden
Kurtulam Dilinizden
Yeşil Baş Ördek Olsam
Su İçmem Gölünüzden
YENİ CAMİ AVLUSUNDA EZAN SESİ VAR
Balkan Savaşları sonrasında, Selanik kaybedilir. Ama Selanik, yüzyılların Türk Şehri’dir ve Birinci Dünya Savaşında da Osmanlı Devleti’ni yalnız bırakmaz. İşte Selanikli Hasan da, Yemen’de Osmanlı için savaşan Türkler’den birisidir.
Hasan, nişanlanalı henüz birkaç hafta olmuştur. Osmanlı’nın bir cihan harbine girdiğinin duyulmasıyla, artık vatan toprağı olmayan; ama Osmanlı sınırları içinde olmasa bile, Türklüğünü mutlak suretle koruyan Selanik, Osmanlı’ya asker göndermeye devam edecektir.
Yemen, yamandır. Yakılan ağıtta da söylendiği gibi, giden gelmez. Harp biter, arap ülkeleri kaybedilir. Buna rağmen ne Hasan, ne de savaşa giden diğer Selanikliler geri dönebilmişlerdir. Nişanlısı Emine, diğer gençlerin yavukluları ve karıları gibi, Hasanın ya ölüsünü ya da dirisini beklemektedir artık.
Yemen’e gidenlerin hepsinin öldüğü düşünülür o günlerde. Herkeste gidenin sağ döneceği umudu vardır ama; aynı zamanda herkes, gideni ölmüş sayar. Bir yanıyla bekler, diğer yanı kaybettiğini çoktan kabullenmiştir. Böyle günlerin birinde, Emine’ye bir haber gelir: “Hasan geldi!” Emine sözün gerisini söyletmez, bir koşu meydana gider, Hasan’ı aramaya.
Emine, herkesten Hasan’ı sorar. Sordukça karşısındaki susar, karşısındakiler sustukça Emine kızar, kızdıkça daha fazla, daha fazla sorar. En sonunda, Hatice Molla Emine’nin kolundan tutar, Balkan Savaşı’nda gâvurun yıktığı caminin yerine yaptıkları camiye, Yeni Cami’ye götürür.
Emine şaşkın, önce anlayamaz olup biteni. Hatice Molla’ya bakar, Hatice Molla yere bakmaktadır. Sağda solda ağlaşan kadınlar. Yemen’e giden, gelmiştir ama; sağ değil, selamet değil. Dizleri boşanır, yere çöker; çöktüğü anda minareden bir ezan sesi yükselir.
Vakit geçtikçe Emine’nin cami avlusundaki çöküşü, aynı anda ezanın yükselişi, Emine’nin dayanamayıp Hasan’ın beylik tabancasıyla intihar edişi dilden dile yayılır.
Hikâye, Selanik’ten çıkar, türkü olur, kulaktan kulağa, Emine’yle Hasan’ın memleketine geri gelir.
Türküyü yakan çok aranır, bulunamaz. Kimilerine göre “İstanbul’dan Selanik’e gelen gezgin bir ozan” yakmıştır türküyü; kimileri “Türküyü Hatice Molla yakmıştır. Hikâyeyle birlikte türkü de Selanik’ten çıkmıştır.” der.
KARA TREN
Bilindiği gibi dünyada ilk demiryolu, 1825’lerde İngiltere’de döşenmiştir. Fabrikalardan sonra, sanayi devrinin en büyük simgesi olan demiryolları, Osmanlı Devleti ’ne, birçok yeniliğe göre daha erken girmiştir. Daha 1830’larda demiryollarının yapımı projelendirilmiş, yapım çalışmaları ise yüzyıl ortalarında başlatılmıştır. 1914’e varıldığında, imparatorluğun Avrupa, Anadolu ve Mısır dahil Arap topraklarında döşenmiş ve işletmeye sokulmuş olan demiryollarının uzunluğu 12 bin km’yi aşmıştır. Bu demiryolları, Osmanlı Devleti’ni, Avrupa’nın ağır bastığı dünya ekonomisine daha sıkı bağlamanın yanı sıra, bir zamanlar uzak ve huzursuz olan vilâyetler üzerinde Osmanlı Devleti’nin İdarî ve askerî denetimini de güçlendirmiştir. Ama yine de, demiryollarının yapımı ve işletilmesi, Osmanlının Avrupa’ya bağımlılığını daha fazla artırmıştır. Demiryollarının büyük bölümü, yabancı sermaye tarafından yapılmıştır. Osmanlı demiryollarına yapılan yatırımın % 90’ı yabancı olup, yabancı sermaye içindeki en büyük pay ise Fransa’ya aittir. Ayrıca, yapım için gereken teknolojik uzmanlık da -Osmanlı Devleti’nde henüz hiç bulunmadığından- tümüyle Avrupa’dan sağlanmıştır. Dahası, tek dikkate değer istisna olan Hicaz Demiryolu dışında, Osmanlı demiryolları, hemen hemen tamamı yabancılar tarafından işletilmiş, yönetilmiş ve denetlenmiştir. Bir başka deyişle, Osmanlı ülkesindeki demiryollarında aşağı kademelerde Osmanlı tebaası işçiler çalıştırılıyordu ama sermaye, araç, gereç ve yönetim, Avrupalılara aittir. Avrupalılar ise demiryolunu ulaşabildikleri yerleri sömürgeleştirmekte kullanmışlardı.
Alman’a Bağdat Demiryolu döşensin diye nice taviz vermedik mi? Karşılığında Sultanahmet’e Alman Çeşmesi dikecek 2. Wilhelm’i İslamın kurtarıcısı olarak “hacı” ilan etmedik mi? Aynı Alamanya’ya 196’larda işçi gönderirken de kara trenin çalan düdüğü nice ayrılıklarıngüftesi değil miydi? Yıl 1915… Osmanlının birçok cephede savaştığı, her türden levazımın gerekli olduğu gibi her şeyden önce savaşacak askerin de gerekli olduğu yıllar. Büyük kayıpların verildiği, gidenlerin geri dönmediği çoğunun akıbetinin bilinemediği günler… İnsanımız istasyonlarda sabahlıyor, ümitle beklenen kara trenler kara haber getiriyor çoğu zaman. Anaların, bacıların, eşlerin, gözleri ağlamaktan fersiz düşmüş çaresiz bir bekleyiş sürüyor… Bekledikleri bir defa ölmüş ama her kara tren gelişinde sevenler bir defa daha ölüyor… Yorgun, bitkin ve başı eğik kara tren acı bir çığlık atarak uzaklaşırken kadınların inadına yaşatmaya çalıştıkları ümitleri, o korkunç bekleyişleri de bir ağıta dönüşüyor…
BURASI HUŞTUR (YEMEN YÜRKÜSÜ)
Osmanlı Devleti bu sırada Balkan Savaşları ile meşguldür. İngiltere’nin Asya ve Afrika’daki kolonilerine açılan yolların güvenliğini sağlama çabası, Arap vilayetlerini denizden İngiliz saldırılarına açık hale getirmiştir. Kuşkusuz Yemen’de İngiltere’nin kendi güvenliği için ele geçirmeyi düşündüğü topraklardan biri haline gelmiştir. Osmanlı Yemen çöllerinde zorlu bir savaşa tutulmuştur. Yemen’de Osmanlı’ya karşı bir yandan da isyan hareketleri başlamıştır.
Divanlar kurulur, savaş ve şartları haftalar boyu tartışılıp durulur. Sonunda Yemen ellerine, vilayetlerden birinde oluşturulacak bir alayla gidilmesinin mümkün olduğuna karar verilir. Düşünülür ki; bir tek vilayetten birlik oluşturulursa, bunlar hep akraba ve hısım olacakları için birbirlerine bağlılık ve dayanışmaları ile savaş alanından kaçmaları söz konusu olmaz. Haberler salınır, Osmanlının dört bir yanından uzun beklemelere karşın istekli çıkmaz bu oluşuma. Aslında istek olmasına olur da Osmanlının istediği gibi olmaz. Değişik vilayetlerden çıkan bu gönüllü sayısı da yeterli olmaz. Bu sırada Muş’tan Bulanık, Malazgirt ve Varto’dan bir ses yükselir Osmanlıya; “hepimiz varız, gönüllüyüz Yemen çöllerine gitmeye” Osmanlıya haber iletilir. Yetkililer bakar sayı yeterli, karar verilir ve Yemen çöllerine Muş’tan oluşturulan bir redif alayı gönderilir. Yemen’e gidilmesine gidilir ama hiçbiri de geri dönemez. İşte bu türkü gidip de gelemeyen o isimsiz kahramanların Muş’ta kalan sevgililerinin sesi, özlemi, elemi ve de acısıdır.
BİTLİS’TE BEŞ MİNARE
Rus işgali sırasında Bitlis bir harabe şehir haline gelmiştir. Zorlu mücadelelere giren bu millet sonunda bu giriştiği bu yiğitçe mücadeleyi kazanmış ve düşman Bitlis’i, Van’ı terk edip gitmiştir. Bitlis’ten düşmanın çekilip gitmesinden sonra savaş esnasında Bitlis’ten yaralı ve perişan halde göç eden bir baba ve oğul, Bitlis’e dönmek üzere yola çıkarak şehre hakim konumdaki Dideban Dağı eteğine gelmişler. Babası, şehirde bir canlı kalıp kalmadığını öğrenmek için oğlunu şehre göndermiş… Baba orada hasta ve bitkin bir halde beklerken bir süre sonra oğlu geri dönmüş ve uzaktan babasına şöyle seslenmiş: Baba şehirde yaşama dair hiçbir iz yok; Bitlis’te sadece beş tane minare ayakta kalmış; geriye kalan her şey harap olmuş… Bunu duyan baba adeta yıkılmış. Çünkü tüm sevdikleri, hatıraları, evini barkını, yeri yurdu bu topraklarda idi. Baba bulunduğu yere diz çökmüş ve oğlunu yanına çağırarak kanlı gözyaşları içinde bu ağıdı yakmış…
ÇALIN DAVULLARI (SELANİK TÜRKÜSÜ)
Savaş zamanları ölümler yalnızca baruttan olmaz. Düşmanının mermisi, topu tüfeği can almaz yalnız. Bir de yokluk vardır düşman kadar tehlikeli olan, açlık ve hastalık. Bulaşıcı hastalıklar kırar geçirir insanları sivil asker ayırd etmeksizin.
Rüstem Ağa Selanik çarşısında kumaş satan ve etrafında sevilip sayılan bir esnaftır. Bir gün dükkanına çevre köylerin birinden Mehmet adında bir genç gelir alış veriş için, kumaşlara bakarken Rüstem Ağa’yla da sohbet ederler. Aslında Mehmet Selanik’e iş aramak için gelmiştir ve Rüstem Ağa’nın da gözü Mehmet’i tutunca dükkanda çalışmaya başlar. Hem işi çabuk öğrenir hem de Rüstem Ağa’nın güvenini kazanır. Gel zaman, git zaman Mehmet Rüstem Ağa’nın kızı Fitnat’a gönlünü kaptırır, aileler de uygun görünce düğün hazırlıkları başlar.
O sırada Selanik’te kolera salgını başlar ve hastalık halkı kırıp geçirir. Düğüne bir hafta kala Fitnat yataklara düşer, kolera onu da bulmuştur, günden güne sararıp solan Fitnat yakında öleceğini bildiğinden içindeki acıyı, duyguları türküye döker ve düğününe üç gün kala ölür… Mehmet çok sevdiği Fitnat’ın mezarını kendi kazar ve onun yarım bıraktığı türküyü de içini yakan acıyı haykırarak tamamlar.
VURUN ANTEPLİLER NAMUS GÜNÜDÜR
Dünyanın en gelişmiş silahlarıyla donatılmış düşman orduları Anadolu şehirlerini bir bir işgal ederken, bu işgallerden birisi de Antep’de yaşanmaktaydı. Kahraman Türk insanı bu haksız işgallere karşı göğsünü siper ediyordu. Bu kahramanlardan biri de Antep’i, bir köprü başında ölümüne savunan Şahin Bey’di. Şahin Bey, Gaziantep’imizin korunmasında, birkaç kahraman arkadaşı ile köprü başını tutarak, düşman sürülerini yurduna sokmayan, korkusuz Türk kahramanıdır. Bu kahraman Türk evladı, çok sayıdaki, kendi birliğinden kat kat fazla düşman askerleri karşısında yılmadan, aslanlar gibi savaşmıştır. Bölük komutanı Teğmen Şahin bey, Antep’e girmek isteyen Fransızların 600 kişilik donanmasına karşı 200 kişilik bölüğüyle, Elma köprüsü üzerinde çarpışarak düşmana ağır kayıplar verdirmesine rağmen Fransız donanmasının karşısında daha fazla direnemeyeceklerini anlar.
Askerler:
“Geriye çekilelim komutanım…”
Şahin bey:
“Siz çekilebilirsiniz. Ben çarpışmaya devam edeceğim…”
Askerler:
“Ama komutanım, yalnız başına ne yaparsın bunca düşmana karşı…”
Şahin bey geriye döner ve şöyle der:
“Ben Anteplime söz vermişim ağam. Fransız araçları cesedimi ezmeden Antep’ime giremeyecekler…”
Fransızlar Şahin Bey’in kuvvetleri üzerine son kez top ve makineli tüfeklerle saldırdılar.
Top ve mermi yağmuru altında sadece tüfekle karşı koymanın ölümle neticeleneceğini anlayan Şahin Bey’in kuvvetleri geri çekilmeye başlarlar…
Şahin Bey’in yakınında bulunan arkadaşları birlikte çekilmek için Şahin Bey’e ısrar ederler. O, çekilmeyi her defasında reddeder. Elmalı Köprüsü taşlarını kendine siper ederek Fransızlara ateş etmeye devam eder. Ateş edecek kurşunu kalmayınca düşmana süngüsü ile saldırır. Şahin Bey, Fransız kurşunlarına hedef olduktan sonra, düşmanın süngüleri altında 28 Mart 1920 tarihinde şehit olur.
Acı haber şehre tez zamanda ulaşır. Şahin Bey’in naaşını, yörenin diğer bir kahramanı olan Karayılan, kucağında şehre kadar taşır.
Karayılan’dan da bahsetmemek olmaz.
Doğu cephesi komutanı Kazım Karabekir’den bir gün kendisine bir telgraf gelir; “Düşman Kilis’ten Antep’e girmek üzeredir. Düşmanı Antep’e sokmayınız! Gözlerinden öperim. Komutanın Kazım Karabekir” Karayılan bunu bir emir kabul etti ve savaş hazırlıklarına başladı.
Atmalı aşiretinden 82 gönüllü akrabasını çete olarak topladı. 1600 baş hayvanını satarak hiç kimseden yardım ve destek almadan çetelerini donattı.
Annesi Ayşe “Yavrum sen bu kadar malı mülkü satıp nereye gidiyorsun? Sen deli misin?” der. Karayılan; “Ana Ana sen doğuda Rusların- Ermenilerin yaptıklarını görseydin, şimdi sen de durmaz giderdin” dedi.
Antep’e giren Karayılan 82 çetesi ile birlikte Karagöz Camii’ne yerleşti. Daha sonra çetesi 150’yi buldu. Bu arada Karayılan Antep cezaevinin kapılarını aştırmış, hükümlerin ellerine silah vermiş çetesine yeni gönülüler katmıştır.
Karayılan 24 Mayıs 1920 sabahı kalkar her zaman olduğu gibi beyaz kefenini giyer, sabah namazını kıldıktan sonra kamçı ve gümüş saplı kamasını Karagöz camii imamı Mehmet Ömer’e teslim eder “Hocam ben cepheden dönersem emanetimi geri verirsin. Şehit olursam bunları köydeki kızım Selvi’ye verirsin” der.
İşte o gün bu gündür 24 Mayıs 1920 Sarımsak tepede zorlu bir savaştan sonra düşman kaçmaya başlayınca sevinerek mevzi değiştirmek ayağa kalkan Karayılan, Hayri Efendi’nin bağının çitinin üzerinden geçerken talihsiz bir kurşun göğsünü parçalamıştır. O gün kendisi ile birlikte 19 arkadaşı daha şehit olmuştur. Sarımsak tepe Karayılan’ın son cephesi olmuştur. Antep iki ay içerisinde kader arkadaşı olan iki kahramanı kaybetmiş olup Şahin Bey ve Karayılan şehid olmuşlardır. Antep’li bu savaşta 6347 şehit vermiştir.
ÇIRPINIRDIN KARADENİZ
Çırpınırdın Karadeniz şiiri, 1914’de Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesini heyecanla takip eden Azerbaycan şairi Ahmet Cevat Hacıbeyli tarafından yazıldı.
Şiir, Nuri Killigil Paşa’nın kumandasında Osmanlı askerlerinin Azerbaycan Türklerini, Ermeni ve Rus soykırımından kurtarmak için yaptığı fedakârlığa atfen bestelenmiştir. 1937 de Stalin tarafından “Türk casusluğu ve Türklere yardım etme” suçlamasıyla kurşuna dizilen Azerbaycan şairi Ahmet Cevad’ın bu şiiri, bugün Türk topraklarında popüler olmuş şiirlerdendir.
Ahmet Cevat, Ermeni mezalimine uğrayan Kars, Ardahan ve Oltu’ya “Bakü müslüman cemiyeti hayriyesi” adlı kuruluş kanalıyla gelmiş ve buradaki insanlara yardım etmiştir.
Yeri gelmişken Boraltan Köprüsü faciasından da bahsedelim. Rus Bolşevikler tarafından 1920 de işgal edilen Azerbaycan 2. Dünya savaşında mecburen Rusların yanında yer aldı, Rus ordusuna asker verdi, çok sayıda Azerbaycan Türkü yok yere hayatını kaybetti, sakat kaldı veya Almanlara esir düştü. Savaştan sonra Stalin Azerbaycan’da cadı avı başlattı, bir çok Azerbaycan Türkünü, özellikle Almanlara esir düşenleri Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle zindanlara attırdı, Sibirya’ya sürdü, kurşuna dizdirdi. Bu baskılardan kaçan doktor, hakim, mühendis ve öğretmenlerden oluşan 146 Azerbaycan Türkü aydın 1944 yılında İran’a kaçtılar, oradan da Aras Nehri üzerinden Boraltan Köprüsü’nü geçerek ana yurtları bildikleri Türkiye’ye sığındılar.
O tarihte Almanlar yenildi, Türkiye de tarafsızlıktan çark ederek Mihver devletlerden uzaklaşıp Müttefiklerin safına kaydı. Sovyet Komünist rejim kaçan Azerileri takip ederek yerlerini tespit etti ve Türkiye’den istedi. Bu 146 Azeri’yi zamanın İsmet İnönü hükümeti hiç çekinmeden trenlere doldurtarak tekrar huduttaki Boraltan Köprüsü’ne naklettirdi. Çekingen, ihtiyatlı ve cesaretsiz olmasıyla bilinen İnönü aslında Ruslardan korkmuşsa da bunu “Misak-ı Milli hudutları dışında Türk unsuru kabul etmiyoruz” gerekçesiyle kamufle etmişti. Dönemin hükümeti, Aras Nehri’nin kenarındaki sınırdaki karakola telgraf çekti, İnönü iş başında o zaman, ve mültecilerin iade işleminin gerçekleştirilmesini istedi. Karakol komutanı gözlerine inanamadı. Emri defalarca teyit ettirdi. Ancak Ankara’dan kesin ve net emir geldi, “Azerileri teslim edin“. Durumu anlayan Azerbaycan Türkleri, Türk askerlerinin boynuna sarılıp yalvardılar, “Ne olur bizi teslim etmeyin. Bizi burada siz kurşuna dizin, kendi toprağımızda, kendi öz gardaşımızın, kendi bayrağımızın altında bizi öldürün. Dağa salın bizi, kurtlar parçalasın cesetlerimizi de vermeyin bizi Kızıl Moskof’a” dediler. Ancak Ankara’dan gelen emir netti. Boraltan Köprüsü’nü geçen Azerbaycan Türkleri, köprünün hemen karşısında Türk askerlerinin, Türk subaylarının gözleri önünde elleri bağlanmış olarak infaz edildiler. Karakol komutanının bu elim manzara sonrasında intihar ederek canına kıydığı söylenir.
HUMA KUŞU
Efsanevi kuşlar vardır kültürlerde, aslında hiç olmayan; Zümrüt-ü anka, simurg, hüma ve kaknüs gibi…
Anka Arapların, Simurg İranlıların, Hüma Türklerin kültürlerinden dünyaya yayılmıştır.
Osmanlı hakanları için ‘’ hümayun ‘’ sözü saygı ifadesi olarak kullanılmıştır. Genelkurmay Başkanlığı’nın armasındaki bir çift kanat da hüma kuşuna aittir.
Hüma; sürekli uçar, yere konmaz, göç eder, ayaksızdır, dirisi asla yakalanmaz, hiçbir kuşu incitmez, uçarken yumurtlar, yavrusu havada iken yumurtadan çıkar ve uçmaya başlar. Gölgesi kimin üzerine düşerse; kısmetinin açılacağı, bereket ve bolluğa kavuşacağına inanılır. Bizde hala kullanılan “Başına devlet kuşu kondu” tabiri işte buradan gelmektedir.
Seferberlik ilan edilmiş ülkedeki tüm gençler okuyan okumayan tümü askere çağrılmıştır. Erzurum’un Ilıca nahiyesine bağlı Tikkir (Çiğdemli) köyünde Mustafa ve Gülbahar’ın dillere destan aşklarını bilmeyen yoktur. Evlenmelerine izin verilir ve evlenirler. Mustafa askere alınır. Gülbahar’ın iki gözü iki çeşmedir ama yapacak bir şey yoktur. Vatan savunmasıdır.
Mustafa gitmiştir ve Gülbahar her sabah kalktığında bahçeye çıkar yavuklusunun yoluna uzun uzun bakarak geleceği günü bekler. Bekler ama ne gelen var nede haber. Gülbahar’ın bu durumu kaynanasını ve kayınbabasını çok üzmektedir. Gelin her geçen gün eriyip gitmektedir. Huma kuşuna bir cennet kuşu da denir. Çok yükseklerde uçar ve bu uçuşu günlerce sürer adeta bir haberci kuşu gibidir.
Mustafa’dan yıllarca haber gelmez. Ev halkı artık umutlarını kesmek üzeredir. Kayınbabası gelinin her sabah yavuklusunun yolunu gözlemesini uçan kuşlardan haber istemesine o kadar üzülür ki bu ağıtı yakar. Huma kuşu yuvasından havalanan ve çok yükseklerde günlerce uçan bir kuştur. Mustafa’yı da Huma kuşuna benzeterek ve yine Huma kuşunun çok yüksekte uçması haberci bir kuş olmasına atıf ederek başlar söylemeye. Gülbaharın ağlaya ağlaya göz pınarları kurumuştur.
KERKÜK ZİNDANI
Öncelikli hedef Türkmenleri Kerkük’ten çıkarmak, Kerkük’ü Türk’ten temizlemekti. Emperyalizm de bunu istiyordu çünkü Türkmenlerin bulundukları yerde ödedikleri bedele rağmen toprak bütünlüğünü savunması, Türkiye ile olan gönül ve kültür bağları onları “kullanışsız” kılıyordu. Kerkük’ün üst düzey yetkilileri, bazı operasyonları yapacak özel eğitilmiş kişilerden seçildi. Türkmenlere karşı tacizler, saldırılar başladı. Kerkük’teki Türk aydınlarının olduğu listeler saçıldı ortaya. Bu kişilere karşı suikast girişimleri yapıldı, evleri basıldı. Kerkük’teki Türk gazeteler yasaklandı. Aydınlar sürüldü, hapislere atıldı. Zindanlar Türklerle doldu, öyle ki bir yerden sonra Kerkük’te Türkçe konuşmak yasaklandı.
14 Temmuz 1959 günü, Ateşle kalabalık dağıldı, sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Merkezi yönetimin 2 tümen askeri vardı bölgede fakat askerler sadece seyretti. Bununla da yetinmedi yüzlerce Türkmen tutuklandı. O günlerde öyle şeylere maruz kaldı ki Türkmenler, ölmek dahi kurtuluş gibiydi: Dipçik ve süngülerle işkence edilenler, arabalara bağlanıp sürüklenenler, taramalı tüfeklerle tarananlar, gözleri oyulanlar, direklere asılanlar, diri diri gömülenler… Ölen ve yaralananların dışında bu vahşete seyirci kalıp aklını kaçıranlar oldu.
Tutuklanan Türkler cezaevlerine sığmayınca bazı okullar cezaevi yapıldı.
Olaylar üzerine Türk Dışişleri 25 Temmuz 1959’da Irak’ta üzücü olayların meydana geldiğini belirten bir açıklama yayınladı. Açıklamada Irak yönetiminin bir daha böyle bir olayın olmayacağına dair güvence verdiği de belirtildi!
Fakat Irak yönetimi sözünde durmadı. Katliam sonrası sorumlu olarak 260 kişi tutuklandı. İçlerinden 28 kişi idam cezasına çarptırıldı, suçlu olduğu bilinen büyük bir çoğunluk serbest bırakıldı, idam cezasına çarptırılanların infazı ise ancak 1963 yılında gerçekleşebildi.
14-16 Temmuz 1959 tarihinde Irak’ın Kerkük bölgesinde Türklerin katledilmesi ile ilgili resim, film ve sair dokümanların Türkiye’ye girmesi veya dağıtılması yasaklandı.
Irak Türklerinin yaşadığı en büyük katliamın üzerinden tam 60 yıl geçti. Saldıranlar kimi zaman peşmerge oldu, Pkk, kimi zaman IŞİD. Saldıranların adı, statüsü değişti ancak bir saldıranların arkasındaki güçler değişmedi, bir de Türkmenlerin maruz kaldığı saldırı ve baskı “geleneği.”
İnsanlık dışı gelişmelere tepki vermek için aynı din, dil, ırk ve mezhepten olmaya gerek yok, insan olmak yeterli.
Türkmen nüfus her geçen gün Ortadoğu demografisinden seyreltilirken ve hiç kimse hiçbir şey yapmadan isliyor halende…
ZEYTİNYAĞLI YİYEMEM AMAN
Marshall Planı 2. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. ABD geçmişten beri dünyanın en büyük mısır üretici ülkesidir. ABD birikmiş olan mısır dağlarını eritmenin bir yolu olarak mısırözü yağı ihracatını keşfetmiştir. Marshall yardımının koşullarından biri Türkiye’nin ABD’den mısırözü yağı almasıdır.
Buna koşut olarak Türkiye’de ilk margarin fabrikası kurulur. Yine aynı dönemde yüz binlerce zeytin ağacı sökülerek bir katliam yapılır. Kalan zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağının büyük bölümü ABD tarafından dolar karşılığı alınır ve mısırözü yağı TL karşılığı satılır.
Türk insanı zeytinyağından soğutularak mısırözü yağına ve margarine alıştırılır. Bu amaçla zeytinyağı ısınırsa kanser yapar gibi yalanlar uydurmaktan da geri kalınmaz. Halbuki zeytinyağı halk ağzındaki deyişiyle dumanlaşma derecesi en yüksek (en zor yanan) sıvı yağlardan biridir.
Bununla da kalınmaz, kötülemek için tıpkı bugün yapılan halkla ilişkiler endüstrisi çalışmaları gibi “Zeytinyağlı yiyemem aman, basmadan fistan giyemem aman…” diye türkü sipariş edilir ve ülkenin en popüler türküsü yapılır.
Katı yağ/margarine mahkum edilen halk, 20-30 yılda bir kaşık yağa bile muhtaç hâle getirilir. Basma giyen kadınlar, plastik giysilerle tanıştırılır…
YARİM İSTANBUL’U MESKEN Mİ TUTTUN
Yıl 1929… Kayseri, Büyük Bürüngüz Köyü… Güz güneşi sarı sarı ikindi vakti uzaklardaki mor dağların ardına süzülürken, elinde su testisi ile köyün çeşme başında, sıraya girmiş kızlar arasındadır, ”Gül Kız” tüm güzelliği ile…
Dudaklar gül kırmızı, ten bembeyaz, endamına, yürüyüşüne ise kelimeler az. “Güllü” derlerdi hep, gülünce güller açardı gül yüzünde…
Kayseri’nin, her köşesinden şırıl şırıl çeşmelerin aktığı, sokaklarından İvriz’in sularının adeta her kapıdan hatır alır gibi şırıl şırıl dolaştığı, yemyeşil ağaçlarından gökyüzünün kaybolduğu, kışın sıcacık yazın ise buz gibi taştan evleri ile “Büyük Bürüngüz” köyü…
Köyün en yakışıklı genci ise Fötr Ali..! Gençti, yakışıklıydı ama hafif eğik taktığı fötr şapkasını da hiç başından eksik etmezdi, yetkin büyükler gibi. Lakabı da buradan gelirdi. Tıpkı fötr şapkası gibi… Bir elinde otuzüçlük tespihi bir belinde köstekli saati hiç eksik olmazdı. Bunlar yoksa havası da olmazdı. Hele ceketi bir de attı mı omuzuna keten gömlek üstüne, tam bir filinta.!
Zamanında Fatma Hanım’ın onarımını üstlendiği büyük Meydan Çeşmesi’nde başlamıştı Güllü ile Fötr Ali’nin destansı aşkları… Evlilikleri de bu kutsal aşk üzerineydi; Her şeyin de üstündeydi. Sevdaydı nefesleri, hayattı sevgileri.
Genç yaşta yapılan bu evliliğin meyveleri de erken olur; önce Kerîman doğar ilk göz ağrısı, nur yüzlüsü. Sonra Nesîbe… Ardından da bir arslan parçası; Ahmet ! Nihayetinde ise prensesler gibi bir kız daha, Hanife… Sıra sıra tam dört çocuk !
Büyük Bürüngüz’ün ismi büyüktü lâkin kendisi küçüktü. Zordu geçim Bürüngüz’de tüm bereketli topraklarına, şırıl şırıl akan sularına rağmen. Köyün tüm erkekleri yaşları ve zamanı gelince geçim için, çalışmak için, üç kuruş para için İstanbul’a giderlerdi… İnşaatlar meskenleriydi, alın terleri, ekmek tekneleriydi. Zaten köyden ya taş ustası çıkardı ya da sıvacı… Fötr Ali de bir yakın arkadaşı ile İstanbul’un yolunu tutar, adet üzere zamanı gelince… Gurbet, ayrılık, hasret…
Güllü ve Fötr Ali için hiç alışmadıkları duygulardı. Yaşadıkları tek hasretlik köyün bir ucundan ancak bir diğer ucu kadardı. Geride, dünyalar güzeli Güllü’sünü bırakmak, dört ciğerpâresini bırakıp gitmek ne de zordu Fötr Ali için..?
Hem kolay da değildi gitmek öyle İstanbul’a; gidince de kalınırdı epey oralarda. Eğer binbir zahmetler içinde didinirlerse, dişleri ile tırnakları ile kazınırlarsa, olurdu “taşı” İstanbul’un “altın”!
Günler, aylar böyle geçmeye başlar. Onunla gidenler ise çoktan dönmeye başlar. Lâkin Fötr Ali’den hiç bir haber yoktur! Güllü için hasretlik aşılmaz dağ olur. Haber alamamak ölümden beter olur. Dört yavrusu bile avutamaz; ince hastalıktan beter bu hasretlik acısını, hasretliğin yüreğini kor gibi dağlamasını…
Bağrı yana yana tam yedi yıl olur. Karşılıksız mektuplar kızılcık şerbeti olur. Her satırı özlem iken sanki zehir olur. Oralar mesken diye niye tutulur? Hem köy yerinde, “Kocan İstanbul’da başkasını buldu” diye dedikodular da dolanmaya başlamıştır artık. Bunlara inanmasa da güzeller güzeli Güllü’nün içine bir ateş daha düşmüştür artık. Bir gece rüyasında kocasını güzel kadınlar arasında pek de keyifli görür. Kan ter içinde uyanır, başından aşağı kaynar sular dökülür.
Çocukluğundan beri çektiği astım nöbetine rağmen, başlar yanık yanık ağıtlar yakmaya, hıçkırıklar içinde içli içli çığırmaya…
ÖLÜRÜM TÜRKİYEM
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim….
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…
Şair Nazım’ın dediği gibi; bu vatan bizim!